07 Temmuz 2009

Eğitim'de BİLİMSEL BİLMEZLİK

Av. M. Selami ÇEKMEGİL

Okullar bir ülkede cehaletten aydınlığa geçişin simgesidirler. Bu bütün dünyada olduğu gibi bizde de böyle olmalıydı. Ama sanki özel kurs almadan çocuklarımızın sınıf geçmesi zorlaştırılan bizim okullarımız, maalesef bu simgesel görüntüye ters düşüyorlar. Zorunlu eğitim ve öğrenim yaşı geçtikten sonra çocuklarımızı mesleksiz ve hünersiz, pratiği olmayan -çok kez de yanlış- bilgilerle sokağa işsiz terk eder görünümdeki bu okullarımız sanki ülkeyi aydınlıktan bilmezlik ufuklarına yönlendiriyor ve kişilerin fıtri (doğuştan var
olan) doğruyu eğriden ayırma yeteneğini bile köreltiyormuşçasına bir görünüm veriyor... Neredeyse insanı, Osmanlıyı yıkıma götüren Tanzimat eğitimine karşı ünlü İstiklal Şairimiz Mehmet Akif ERSOY'un söylediği gibi “…Bırakın oğlumu cahilliğine razıyım ben…” diyecek noktaya getiriyor.

Bu satırlar nereden mi aklıma geldi bilmiyorum ama, geçen gün bizim Orta öğrenimdeki Cüneyt’in “Lise, Demokrasi ve İnsan Hakları Ders Kitabı”na(*) göz atınca -bir hukukçu olarak beynimi kamaştıran- vahim bir yanlışlık dikkatimi çekti.

Bakınız bu kitabın 28. sayfasında çocuklarımıza “bilim”(!) ve “bilimsel”(!) diye neler öğretiliyor!.. Gelin bu satırlara egemen bilgisizliğe aşağıda birlikte eğilelim.

İşte o satırlar; doğrudan kitaptan, 28. sayfasından aynen. Kendi indi görüşlerini bilimsellik maskesi altında çocuklarımıza anlatan "Talim Terbiye"den icazetli yazar diyor ki çocuklarımızın bilgi öğreneceği bu kitapta:

“… Türkler Müslüman olduktan sonra, daha çok teokratik yönetim biçimini benimsediler. Peygamber ve dört halife döneminde yönetim teokratikti. İslam Hukuku, sadece inanç ve ibadetle ilgili olmayıp insanlar arasındaki ilişkilerle bunun gerektirdiği ekonomik ve siyasal ilişkileri düzenleyen kuralların tümüne yön veren bir bütündü. (**)

Şer’i ve örfi hukuk kurallarının uygulandığı (***) Osmanlı Devleti, monarşik ve teokratik bir devletti. Zaman içerisinde şer’i hukukun alanı genişletildi. Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında halifeliği devralmasından sonra Osmanlı padişahları, ülkeyi Hz. Muhammed'in vekili ve Dünya Müslümanlarının başı olarak yönettiler….”(****)

Şu satırların neresini irdeleyip neresindeki bilmezlikleri sergilemeli kestiremiyorum. Ama Peygamberimizin yönetimine “Teokrasi” yakıştırması yapan bilmez saygısızlığa işaret etmeden geçmek de çok zor. Kitap bu söylemiyle Hz. Peygamber efendimizin yönetimine “teokrasi” derken o yönetim tarzını beğenmiş olduğunu mu söylüyor, yoksa Hz. Peygamber efendimize de bilinçsizce “Teokrat” diyerek beğenmediğini mi ifade etmiş oluyor; bu belli değil. Ama bu yakışıksız yanlışı bilimsellik dışı olarak sergilemek ve de çoklukla müminlerin sırtından beslenen ve semiren bilmezliği teşhir etmek bir hukukçu ve bir mümin olarak boynumuzun borcu oluyor… Bunu yaparken “Talim ve Terbiye”den akredite yazar gibi profesyonelce dayanaksız şeyler yazmayacağız, tam aksine o zihniyete vücut verip üstümüze salan Batılı otoritelerden bilimsel icazet alan bir çalışmanın bilimsel ve tahlili verilerini aktaracağız. Sloganik cümlelerle gencecik beyinlere yanlış bilgi aktarımı yerine hayat yolunda yürümek isteyen yetişkinlere ışık tutmak için tahlilci bir uslubu sergileyeceğiz. Hz. Peygamber efendimizi ve arkadaşlarını “teokrat” gibi gösteren “aydınlara” (!) egemen sistematik ve yaygın bilgi noksanlığını sergilemektir asıl amacımız, bilmezliği bilgiye çevirmektir.

Bakınız bu konuda, "Teokrasi İslamla Yok Edilmiştir"diyen ve Kolonya Üniversitesi Devletler Hukuku Profesörlerinden Dr. Gerhard KEGEL’in “Müslüman toplumlara dair bilgimize ve belki de bütün toplumlar arasındaki sulhe dikkate şayan bir katkı “ diye tanıtıp onayladığı Hukuk doktora çalışmasında bir yazar; Dr. Said Ramazan, ne diyor ve meseleyi nasıl yetenekle izah ediyor:
"Yunanca “tanrı” manasında “theos” kelimesinden müştak (üreme) bir kelime olan teokrasi, doğrudan doğruya veya bir ruhban sınıfı aracılığıyla tanrı tarafından yönlendirilen hükumet veya devletlere ilişkin (2) müphem bir kavramdır. Geçmiş yüzyıllar, bu idare sistemini esrarlı bir hava ile karanlık bir dehşet ve kötülük zeminine oturtmuş bulunuyor. “İslami Devlet” kavramı da ister istemez sırf bu adlandırma sebebiyle, görünürde benzer bir unvan olan teokrasiye ilişkin ifadelerden mutazarrır olmak durumunda kalmıştır. Gayrı Müslim yazarların bu meseleyi anlamadaki başarısızlıklarından daha az olmayan bir güçlük, Batı tarihinin birçok Müslüman yazar üzerindeki etkisinden doğuyor… Oysa ki Müslümanlığın, ister bir şahıs isterse bir müessese olsun, hiçbir cismani varlığa Allah’ın temsilciliğini iddia etmek hususunda salahiyet vermemiş olması sebebiyle, devlet ve kilise arasındaki uzun Batılı mücadele, İslam düşüncesine yabancı bir mahiyet taşımaktadır. Allah Allah’tır, insansa insan. Hz. Peygamber bir vahiy taşıyıcısı idi ve vahiy de Hz. Peygamber’in vefatıyla sona erdi. Hz. Muhammed’in geride bıraktığı ilahi kurallar, Allah’ın kuralları olmakla beraber Allah’ın (zatı) değildirler. Onlar bütün anlatım maksatları için müşterek olan dil kaideleri içinde beşer örneği Hz. Peygamber vasıtasıyla Arapça olarak vahiy ve naklolundular.Hz. Peygamber ise her ne kadar mükemmel de olsa nihayet bir insandı (1) ve (her insan gibi) ebediyete irtihal etti.Geriye kalan, müminlerin tatbikatta sıkı sıkıya yapışacakları emirlerden başka bir şey olmayan ilahi kurallardır. Müslüman’ın inancı hiçbir kimsenin, hiçbir zümre veya teşkilatın Allah ile hususi bir münasebet tesisi için imtiyaz sahibi veya onun adına konuşmak hususunda özel bir hak sahibi olmadığıdır. Allah insanlara, yalnız peygamberler vasıtasıyla hitap etmiş olup, bunlar dışında diğer bütün insanlar eşit mevkidedirler. Müslümanlar ilahi hükümlerin tefsir ve tatbikinde de diğer herhangi bir hukuk kanunnamesinde olduğu gibi farklı düşünebilmektedirler. Bu hükmün ötesinde başka hiçbir otorite olmadığı gibi, hükmün otoritesi de metninin ifade ettiği ve insan düşüncesinin kavrayabileceği kadardır. Batının teokrasi anlayışının tam tersine İslam, iman sahasında Allah ile insan arasındaki tüm benzetmelere karşı bir isyandır. Bütün insanlar beşerdir ve hiçbir insan da hatasız ve noksansız değildir. Bu (durum) Louis Gardet’in İslamı karakterize etmek için söylemiş olduğu “une theocratie laique et egalitarie” (2) şeklindeki garip ifadeyi izah edebilmektedir. Bu garabet, ne laik ne de teokratik olan bir ideolojiyi anlamak hususundaki aczi açığa çıkarıyor. İslam’ın tarifini Batılılar için güçleştiren hadise, bu paradokstur. Mamafih Prof. Gibb: “İslam, ilk aktivitesini ve en mütekamil ifadesini teolojiden çok hukuk alanında bulmuştur. Bu İslam toplumunun pratik eğiliminin ve düşüncesinin bir özelliğidir.” (3). derken böylesi bir tarife çok yaklaşmıştı . Prof. Gibb’in vermiş olduğu bu husustaki izahata ve Müslüman toplumunun sonradan hayli zarar gördüğü sapmalara rağmen, işaret olunan bu “ilk aktivite”nin, İslam’ın peygamberi, yani sahih takdimini ifade ettiğine dikkat edilmelidir. İnsan için pratik bir test ve fiili iman kıstası olarak bir fantezi olan teolojik düşünceden ziyade, kendi inancına uygun bir hayat sürmesini temin edecek olan hukukun öngörülmüş olmasının bir deha noksanlığı değil de - Müslüman’ın inandığı gibi – incelikli bir plan olabileceğini de burada belirtelim. İslam’ın karakteristik hususiyetini bir takım esrarlı çıkışlar değil, bir hareket kodu olması belirler…
Müslüman telakkide din, Allah’la kul arasında tamamen hususi bir hadise değildir. Bir hususilik vardır ve aslında bütün dini aktivitenin esasını bu hususiyet teşkil eder. Fakat bu hususiyet içinde bile fert, herkes üzerinde zorlayıcı olan hukuk sistemini de içerir. Bu hususiyetin bir kimsede veya bir zümrede herhangi bir dokunulmazlık tesis etmesi asla kabul edilemez. Hz. Muhammed’in Müslümanlar üzerindeki otoritesinde bile kendisine indirilen vahiyle,bir insan olarak şahsı arasında açık bir çizgi vardır. Tabiilerinin Hz. Muhammed’in peygamberliğine olan tam imanları kendisinin bir beşer olduğu idrakiyle el ele yürümüştür. Meşhur Bedir muharebesinde(4) kendilerine soruldu: “mevzilendiğimiz bu yer Allah’ın (vahiyle) seçmiş olduğu bir yer midir yoksa bu sizin planınız mı?” Hz. Peygamber, “Bu sadece benim bir planımdır.” Diye cevap verdiler. Bunun üzerine El-Hubab İbn-il Münzir: “Bu bana uygun bir mevzilenme gibi görünmüyor” dedi ve izah ettiği sebepler tahtında bir başka mahal önerdi.Bu izaha kani olan Hz. Peygamber, Müslüman ordusunun mevzi değiştirmesini emrettiler.
Bir davayı hükme bağlarken Hz. Peygamberin söylemiş olduğu şu meşhur sözleri çok daha sarih: “ Olabilir ki bazılarınız davada hakkını ispat edememiştir. Ben sadece bir insanım. Eğer hükmüm yanlış olarak layık olmayana teveccüh ediyorsa, bu onu yalnız Cehenneme götürecektir.”
İlk halifeler hukuk üstü değil de hukuka tabi idareciler olarak pozisyonlarını tasrih hususunda daima dikkatli idiler. Halife, bir kimsenin yerine geçen (halef) manasını ifade eden Arapça bir kelimedir. Halifeler, ümmetine bırakmış olduğu emirleri icra etmek üzere Hz. Peygamberin yerini almış olduklarının şuuru içinde ona halef olarak nasb edilmişlerdi. Artık vahiy sona ermiş olduğuna göre halife, bütün cemiyet tarafından idari ehliyeti göz önüne alınarak seçilen bir insandan öte bir şey değildi. Hz. Ebubekir, ilk halife olarak seçildiği “saqife”deki (Medine’de bir yer) ümümi toplantıda: “aranızda en layık olanınız olmadığım halde idareciliğinize getirilmiş bulunuyorum. Doğru olduğum zaman bana yardım ediniz. Fakat yanıldığımda beni düzeltmelisiniz.” (1) diyerek görevi deruhte etmişti.
Bununla beraber Kur’andan yanlış bir iktibas, vahim yanlış telakkiler doğurmuş bulunuyor. Halife kelimesi Kur’anda “halef” veya “vekil” manasında iki yerde kullanılmıştır. (2) Bu kelime çoğul halinde diğer altı ayette ve fiil hali “istahlefe” ve “halefe” ise diğer sekiz ayette geçiyor. Ama bunlardan hiçbiri halifeyi Allah’ın vekili olarak tavsif edenlere bir delil-hüküm teşkil etmemektedir. Bu ayetl.erden birincisi, daha ziyade, bir başka şeye delil teşkil ediyor. Ayet şöyledir: “Ve Rabb’in meleklere: muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediği zaman, melekler: ‘biz seni hamd ile tesbih ve takdis edip dururken orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek birini mi var edeceksin?’ dediler. Allah, “sizin bilmeyeceğinizi herhalde ben bilirim’ demişti. Ve ademe bütün isimleri öğretmişti…” (3).
Görülüyor ki: melekler bile Allah’ın ademe atfettiği halife kelemesinden herhangi bir uluhiyet manası anlamamışlardı. Hatta, “halife” kelimesi uluhiyet manasında herhangi bir şey ifade etmiş olsa, bu mananın Hz. Adem’in babası bulunduğu ve modelini teşkil ettiği bütün insanlara şamil olması gerekir. Halife kelimesinin kökü olan “HALEFE” , “bir kimsenin yokluğunda yerini almak” manasını taşıdığından, lafız olarak olarak daima mevcut olan Allah ile irtibat halinde kullanılamaz. (Bu ayette Arapça’nın bir hususiyeti icabı sadece cümlenin gelişi içinde manalandırılması gereken remzi bir ifade olabilir. Bu sebepledir ki, biz bu ayetlere “idareci” (4) kelimesini halife kelimesinin en iyi tercümesi olarak düşünüyor ve böylece bu ayetten Allah’ın yaratığı olan Adem’e (ve onun şahsında bütün insanlığa) tevdi ettiği kuvveti anlıyoruz ki, insan bu kuvvetle diğer mahlukatı hükmü altına almıştır. Hatta, bu manada Arapça halife kelimesi, bilhassa bu ayetlerde, “Peygamberin yerini alan kimse”den başka bir şeyi ifade etmeyen ‘peygamber halifesi’ ile karıştırılmamalıdır. Halifenin, “Allah’ın vekili” olarak yanlış tavsifi üzerinde durduktan sonra Prof. Gibb; şuna işaret etmek mecburiyetinde kalıyor: “…Fakat, teorilerinin mihrakında, her ne kadar izahlarında nadiren temas etmişlerse de, Müslüman fakihlerin pek iyi bildikleri bir tenakuz yatıyordu. Çünkü Müslümanların asıl bağlılıkları imama (halife veya idareciye) değil de, doğrudan İslam kurallarınadır…” (1)
“Mohammedanısm” isimli eserinde Prof. Gibb; bunu birçok vesilelerle farklı şekilde tekrar etmek mecburiyetinde kalıyor: “doğru” diyor, “bir zamanlar hilafet vardı fakat hilafet bir papalık sistemi değildi. Ve Emeviler zamanından beri de ilahiyatçılar ve hukukşinaslar ona herhangi ruhi bir kuvvet atfetmeyi katiyetle reddetmişlerdi.”(3). Ve yine, “bozulmamış şekliyle İslam’da halifenin tefsir edici bir fonksiyonu olmadığı gibi, dini bir kaide koyma kudreti de yoktu.” Diyor. Prof. Anderson, açık açık: “sultan veya halifenin görevinin Müslüman toplumunu harpte yönetmek ve sulhte o toplumun bir icra organı olarak hareket etmek olduğu doğrudur ama o, kutsal hukukun dununda olup üstünde değildir. Ve Allah’ın emrettiklerine de karışamaz” (5) diye belirtiyor.
Teokrasinin Avrupa orta çağındaki tahammül edilmez boyunduruğunun tam tersine, İspanyadaki İslam Hukuku ile yönetilen devletin hür düşüncenin belli bir merkezi haline gelmesi İslam döneminde idi. Alfred Guillaume: “Batılı bilginler Felsefe, Matematik, Astronomi, ve Tıp öğrenmek için İspanya’ya giderlerdi. En eski Avrupa Üniversiteleri İspanya’nın İslam Üniversitelerinden edindikleri bilgilerle geri dönen bu bilginlere çok şey borçludurlar.” (6)
Kısaca, İslami telakkinin asla “teokrasi”ye yol açmayacağı söylenebilir. Bunun basit sebebi, İslamın din telakkisinin temelinde papazvari her hangi bir hiyerarşinin mevcut olmayışıdır."(*****)
-----------
(*) “Lise Demokrasi ve İnsan Hakları Ders Kitabı, İlknur GÖNER, İst. 2008, (Kitapta, “Talim Terbiye Kurulu’nun 06.12.2007 tarih ve 187 sayılı Kurul kararı ile 2008-2009 öğretim yılından itibaren beş yıl süreyle ders kitabı olarak kabul edilmiştir.” notu yer almıştır.
(**) Sanki diğer bütüncül felsefi dünya görüşleri, örneğin komunizm, Judaism, etc.böyle değil.
(***) Yer yer Türk Medeni Kanunu,İsviçre ve İngiliz Hukuk siteminde de 'örf ve adet' hukuka temel teşkil etmekte ve kazai hükümlere yön veren hukuk kaynağı olarak tatbik alanı bulmaktadır. Bunun neresi yanlış veya teokrasi anlamak zor.
(****) Yaşamayan insana nasıl vekalet edilir o ayrı bir konu; sanki başka kavimden (ırktan) Müslümanlara (insanlara) baş olmak kötü bir şey mi anlaşılmıyor. İngiltere tüm Commonwealth ülkeleriyle ne kötülük görmüş bundan izahı mümkün değil.
(2) The Concise Oxford Dictionary, s.1321.
(1) K. XVIII: 110
(2) Louis Cardet, La Cite Musulmane: Vile Sociale et Politique, Paris, 1954, s.31.
(3)H. A. R. Gibb, Mohammedanism, s.72.
(1) İbn-i Hişam, İkinci baskı, Naşiri Mustafa Halebi, Kahire, 1956, C.1, s.620
(4) The Holy Qur’an, Commentary by Muhammed Ali, s.17.
(1) El_Khudari, Tarih el-Umam el-İslamiye, Arapça, C.1, s.170.
(2) K.II, 30 ve XXXVIII, 25-26.
(3) K. II, 30-31
(1) Gibb, Constitutional Organization, Treatisi in Law in The Middle East, s. 5.
(3) Mohammedanism, s. 20. (kitabının birinci sahifesinde yazar, Müslümanların, Hristiyan veya Hristiyanlığın Hz. İsa’ya ibadet ve iman etmesi gibi Hz. Muhammede ibadet manası taşıması sebebiyle Muhammedan veya Muhammedanism tabirlerinden hoşlanmadıklarını belirtiyor.)
(4) a.g.e., s. 96.
(5) J. N. D. Anderson, Reflections on Law, Natural, Divine and Positive, Westminister Carlton Hall’de tertiplenen Victoria İnstitude’un 94. toplantısında konferans, 1 aralık 1956, s.14.
(6) A. Gullame, İslam, Pelikan kitapları, 1954, s. 85.

(*****) bkz. kriter, mayıs 76, C.1, sayı 1.
http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=1029&Itemid=52

Hiç yorum yok:

Popüler Yayınlar

Blog Widget by LinkWithin

İslam İlmihali